Yaşama Sanatı Ve Sevgi

İnsanlar doğumuyla başlayıp yaşamın son anına kadar, çeşitli evrelerden geçerler. Değişik olaylardan, kâh üzücü kâh sevinçli veya mutlu mutsuz hayat yolunda ilerlerler. Lâkin yaşamın bir sanat olduğunu hiç düşünmezler. Gerçekte öğrenmemiz gereken bu sanat, Ademi; İnsani Kâmil yapan yegane bilimdir. Kendimize güvenimiz, çevreye sevgimiz, bu sanatı ne kadar becerikli icra etmemizle ilintilidir. Kökü gönül sevgisine dayanır.

Evet sevgi! Her şeyden önce güven, mutluluk huzur, rahatlık, verir. Bir insan ki rahatsızdır, huzursuzdur, kimseye güveni yoktur: tereddütler içinde çırpınır durur, hattâ ve hattâ bir takım kötülükler etmeye, çevresindeki, insanlara saldırmaya kalkışır; o insan sevgiden yoksun kalmış demektir. Kimsenin kendisini sevmediğini çok iyi bildiği için sevgisiz kalmış olan ruhu onu insanlardan intikam almaya doğru iter; başkalarını tedirgin etmekten, huzurlarını kaçırmaktan zevk alır hale getirir ve bu hareketlerini kamufle etmek için bazı gösterişli hareketler yapar. Onun her şeyden önce sevgiye ve sevginin verdiği güvene ihtiyacı vardır, İnsan öyledir; kendisine bir güven gelmelidir ki huzura ve de rahata kavuşabilsin.

Rahatsız ailelere bakınız. Çoğunun her şeyleri tamam gibi göründüğü halde huzurları yoktur. Ara sıra “Bir zaman biz böyle değildik, ne oldu bize?” dedikleri bile olur. Bir zamanlar o ailede sevgi vardı, birbirlerini seviyorlardı ve sevginin verdiği güvenle kendilerini rahat hissediyorlardı. Sonra sevgi neden yavaş yavaş azaldı?. Birbirlerini sevmez oldular! birbirlerine güvenmez oldular. Onun için çekişiyorlar, birbirlerini rahatsız ediyorlar. Halbuki aslında onlar çırpınıyorlar. Varlıklarına yeni bir destek arıyorlar.

Örneğin; Büyük bir aileden, milyonlarca yapraklı bir çınar ağacı gibi dallı budaklı bir aileden başka bir şey olmayan toplum da böyle değil midir? Onun huzur içinde olması için güvene ihtiyacı vardır. Her yaprak yanındaki yaprağın, her dal, karşısındaki dalın kendisini sevdiğini bilmelidir; bundan emin olursa güven içinde hayatını sürdürebilir, rüzgâra dayanma gücü artar. Yoksa sevgiden mahrum kaldıklarını fark eden bu insanlar, tetikte durmaya, hatta birbirine düşmeye mahkum olurlar. Bu sebeple; insanlar için söylediğimiz gibi, insan toplulukları için de: “Bir toplumda ki huzursuzluk, güvensizlik artmışsa; o toplumda karşılıklı sevgi ve güven de azalmıştır” diyebiliriz.

Daha iyi bir dünyaya ulaşmak için sevgiyi yüreklerimizden eksik etmemek gerekiyor. Çoluğumuzdan, çocuğumuzdan başlayarak, konumuzu komşumuzu da içine alarak, aralarında fark gözetmeksizin bütün insanları, olanca sevgimizle kucaklamamız gerekiyor. Ancak böyle bir sevgi hepimizin benliğini güvenle doldurabilir. Birbirlerini seven ve birbirlerini sevdikleri için güven hisleri ile dolu insanların, fert olarak da, toplum olarak da, mutlu ve rahat olmaları işten bile değildir. Buna karşılık; sevgisiz, dolayısıyla da güvensiz kalmış insanlar, birbirlerini kırıp dökmekten başka bir şey yapamayacaklardır.

Sevgi yuvada başlar, yuvada anne baba arasındaki sevgi yumağı, çocuğumuza yansır. Çocuğumuza değer verip şefkat ve sevgiyle yaklaşarak anlaşmaya çalışmak bu işe başlamak demektir. Fakat bu iş büyüklerden çok farklıdır. Çocuk, yaklaşım biçimimizi çok güzel değerlendirir. Yapay mı gerçek mi olduğunu çok iyi anlar. Ya kesin bir tavır koyup bizi kendi dışında bırakır, ya da sıcak yüreğiyle bizi sarar, kollarıyla, gülüşüyle, dokunuşuyla kucaklar.

Çocuk bile bile yalan söylemez. Hayal gücünü, düşlerini konuşturur. Kendisine bir oyun kurup, oyunu kurallarınca oynar. Sopa adam; perde gelinlik; iskemle, kamyon olabilir. Kötü adamları bir anda öldürebilir ve size bunu gerçekmiş gibi anlatabilir. Uzaydan da seslenebilir size. Yalan değildir bunlar; onun gerçeğinin görüntüleridir.

Planlı, hesaplı ve programlı yalanlar yazık ki büyükler içindir. Çocuk olsalar, belki hoş görülebilir ya da doğrusu öğretilebilirdi. Büyükleri eleştirmek de, eğitmekte çok zordur.

Çocuğun zekâ düzeyini, kişilik özelliklerini, eğitim yanlışlarını anneye ya da babaya anlatmak, bir başkası tarafından pek kolay olmaz. Oysa, ilerici bir tutumla ve çok iyi niyetle danışsalar bile, yine de hep iyi şeyler duymak isterler.

Bir genelleme yaparsak, hangimiz, hangi eleştiriye çok açığız ki? Olumlu konuşmaktan “Ego” (Ben) nun desteklenmesinden kim hoşlanmaz? Üstelik “Çocuğumuzu eğitirken şu noktada bir yanlış olmuş”. Denilmesi de keyif verecek bir şey değil elbette. Bütün bunlarla birlikte “Dost acı söyler” deyip, acı – tatlı gerçeği tatlı bir iletişimle yansıtmak sanırım en iyisidir.

Anne ve babalar, kendi çocukluklarını neden unuturlar? Ya da unuttuklarını, veya bir yerde bıraktıklarını sanırlar. Çocukluk, bir çiçek, bir yaprak gibi solup gitmez. Derinlerde, çok derinlerde sıkışıp kalmış da olsa, zaman, zaman duygu kapımızı çalar. Çekip götürür bizi kendi ülkesine. Hesap sorar, anımsatır ya da ödül verir. En güzel ödül, yeniden çocuklar gibi gülebilmektir. Çocuklar gibi ağlayabilmek bile mutluluk ve rahatlıktır aslında. Temiz, rahat, yalın ve içten olur.

Anne ve babalar zaman zaman çocuklaştıkça, çocuklar daha bir güzel büyür. Korkmadan paylaşmanın sevgide, güvende şefkatte, dostlukta, temellenip kök salan diyalogudur bu. Yalana, yanlışa ne gerek var? Yeter ki büyükler birden sertleşip katı davranmaya kalkışmasınlar.

Ünlü Filozof Bertrand Russelli; “Çocuğunuza eğer şunu yaparsan seni öldürürüm derseniz, öldürünüz…. Yani, böyle saçma konuşmayınız” diyor. Çünkü, ceza bile olsa, çocuğa verilen her söz tutulmalıdır. Söz fikri de, diğer bütün konularda olduğu gibi, büyüğün çocuğa örnek olmasıyla kazandırılır. Doğrular doğruyu oluşturur, asla yanlışları değil.

Lâkin bu günkü ortamda “Yakarım” “Kırarım” “Vururum” “Paralarım”. Hemen her gün duyduğumuz güç gösterisi sözlerdir bunlar. Güç gösterisi; fakat güç değil. Güçlü insan, gücünü olumlu uğraşlara harcayan insandır. Yapıcı kuvvetiyle iyilikler güzellikler oluşturan insandır. Yıkan, yakan, kıran ve paralayan değil.

Boş varilin sesi gümbürtülü çıkar. Söyledikçe, gümbür, gümbür; konuştukça rahatlar bu tür insan. Ama ne kazanır ya da çevresine ne kazandırır? Kimi yüreklere geçici bir korku salar, kimi de gülüp geçer.

İnsanlar niçin ters konuşurlar, neden bağırırlar birbirlerine?.. Yorgundurlar, hırslıdırlar. Belki de bir başkasının ters ve kırıcı davranışlarının birikimindendir. Baba, ağabey, patron, müdür ya da yoldan geçen adam. “Efendim” diyecekler, “Ekonomik koşullar öylesine zor ki, sıkılan her kişi bağırıp çağırarak saldırgan olur”

Madalyonun bir de öbür yüzü vardır; Hoşgörülü, sabırlı ve sakin insanlar. Hemen parlamayan, düşünen, yorumunu yapan ve olumlu davranan kişilerdir bunlar. Anlayışlı ve yardımcıdırlar. Olumlu çözümlere her zaman açıktırlar. Almayı beklemeden verirler çoğu kez. Gönülden verebilmek başlı başına bir mutluluktur da ondan. Bu yönden vermek almaların en güzelidir. Yaşayan daha iyi bilir.

Vuranlar, kıranlar, paralayanlar. Sakin kararlı insanlardan, hoşlanmazlar. Oysa, vurup kırdıklarını, paraladıklarını sandıkları zamanda bile, bu sessiz ve kararlı kişilerdir onları yöneten. Hem de hiç fark ettirmeden. Konunun reklamını yapmadan, geri planda bir yönetimdir bu. Çoğu kez de olumlu ve başarılıdır.

Tüm kavgaları, hırsları bir yana bıraksak da sevsek birbirimizi, art niyet gütmeden, gönüller dolusu sevebilsek. Önce kendimizi sevmekten başlasak işe. Yanlışlarımızı söylediklerinde yüzümüz kızarmadan düzeltmeye çalışsak. Biraz da olduğumuz gibi sevsek. Hoşgörüyle içtenlikle. Kendimizle, çevremizle ve daha, daha başkalarıyla barış içinde olabilsek. Bu sonu gelmez kavgalarda yitirdiklerimizi bir düşünebilsek. Yeniliğe, güzelliğe, Mutluluğa sevgiden gidileceğini gönül gözüyle görebilsek, bir de yaşamın güzelleşmesine, bir sanatkâr düşüncesiyle ve görüşü ile değerlendirebilsek.

Bir tablo yapmak, yahut bir heykele şekil vermek. Sanatkârın maddeyi bu kadar güzelleştirebilmesi, harikulâde kabiliyettir! Fakat günlük hayatın maddesi olan günleri güzelleştirmek, daha da harikulâdedir. Sanatların en güzeli en büyüğü değil midir?

Sanatın yalnız resim, müzik, heykel ve edebiyattan ibaret olmadığını düşünelim ve de bilelim. Birde yaşama sanatı olduğunu unutmayalım ve görmemezlikten gelmeyelim. Bu anlayışla, bütün günlerin tek düzeliğinin sıkıcılığını giderilebileceğine, inansak anlayışla.

İşte böyle sanatkârlar aramızda hiçte de az değildir. Yeryüzünde nice iyi niyetli ve asil ruhlu insanlar, farkına varmadan, mükâfat kazanmadan çevrelerine mutluluk ve güven saçmaktadırlar.

Hepimiz, hayatımızın herhangi bir anında, bir hastanın odasını, matemli bir evi, felâkete uğrayan bir aileyi teselli ederek, aydınlatan, yahut yalnızlık ve karamsarlık içinde olduğumuz zamanlar, bize umut aşılamayı bilen dostlara, veya yabancılara rastlamışızdır. Onlar, belki de fazla bir şey söylememişler, ama benliklerinden fışkıran iyiliklerle bizlere ferahlık vermişler, korkaklara cesaret ve ilgisiz kimselere hayat zevkini aşılamışlardır.

Hayatın mutlu veya bahtsız anlarında rastladığımız bu mütevazı ve asil ruhlu insanlar, kalplerinden taşan cömertlikle, bize de güven ve mutluluğu tattırırlar. Dünyanın en yüksek sanatkârları onlardır, zira sanatların en güzeli olan yaşama sanatını, Tanrı onlara vermiştir.

Evrenin yaratıcısı olan Allah, dileyen her insana bu güzel sanatı ihsan eyleye derken, bu sanatın öğrenilmesinde ilk adımın, kendini sevmek, buradan hareketle çevreyi ve tüm insanlığı sevmek olduğuna göre biraz da sevgiyi düşünmek ve de ondan bahsetmek yerinde olur.

Bunun için sevgiye; Gönüller sultanı Mevlâna’nın şu deyimi ile başlamak istiyorum.

“Seviyoruz; Yaşamımızın iyiliği bu yüzden
İnanıyoruz; Yaşamımızın güzelliği bu yüzden
Biz birleştirmek için geldik, ayırmak için değil”.

Diyen Mevlâna, bu yüce duyguya verdiği değeri dile getiriyor.

Bu yüce duyguyu, dünya da kaç birey yaşıyorsa, bunların her birine sevginin tanımını yaptırmak mümkün olsaydı, bulunan birey sayısı kadar da tanım olacaktı. Bundan evvelde tarih boyunca bu kavramın sayısız tanımı yapılmıştır. Hiçbiri bu kavramı tam olarak anlatamamıştır. Benim burada tam anlatacağım diye bir iddiamda yok. Dağarcığımda neler varsa onlardan bir demet sunmaktan ibaret olacaktır. İşte bu duyguyla bende sevginin tanımına, karınca kararınca bir katkı yapmayı düşündüm.

Dünyada sevilmek istemeyecek birey hemen hemen yok gibidir. Biri tarafından sevilmenin vereceği güven ve tatmin duygusu mutlu bir yaşamın temelini oluşturur. Buna karşın sevgi ve sevilmeyi nasıl aramamız gerektiği gibi konularda pek az bilgi sahibi olduğumuz bir gerçektir. Sevginin ne olduğunu bize anlaşılır bir dille ve uygun bir ortamda anlatıldığı pek enderdir. Sevgi hakkında verilen bir kursa katılan yada bu konuda yardımcı olabilecek bir kitap okumuş olanların sayıları da çok azdır. Yaşam için bu kadar önemli ve gerekli olan bir konu ne gariptir ki, eğitimde de ihmale uğramıştır.

Sevgi türleri kimileri tarafından, pek çok olduğu ileri sürülse de, bu ileri sürülen sevgi türlerini bir ayırıma tabi tuttuğumuzda, üç türlü düşünce şekliyle sevgi oluştuğunu görürüz. Bu üç tür sevgiyi, inceleyip, biraz açarsak her halde faydalı olacaktır. Kişinin mutluluğu, bu sevgi türleri arasında kendisi için hangisini aradığına da bağlı olabilir.

A – Menfaate dayalı sevgi.
B – Egoya dayalı sevgi,
C – Karşılıksız sevgi. (gerçek sevgi)

Bu üç düşünce şekliyle meydana gelen sevgiyi örneklerle biraz incelersek, faydalı olur kanısındayım.

A – Menfaate dayalı sevgi (Bencil sevgi); Bu türde, istenilen belli bazı beklentileri yerine getirilirse veya karşılanırsa o zaman verilecek olan sevgidir. Buna şöyle bir örnek vererek açıklayayım. Anne çocuğuna, eğer uslu olursan ve yaramazlık yapmazsan Baban seni sever. Bir başka örnek. Koca olarak benim beklentilerimi karşılarsan, sana sadık bir eş olurum. En çok rastlanan tür sevgide budur ve bazı kişiler bu sevgiden başka bir sevgiyi bilmezler. Bu adeta bir karşılık bekleyen ve şarta bağlı bir sevgi olup, sevenin istediği bir şeyin temini veya sağlanması karşılığı olarak vaat edilen sevgidir. Nedeni ve şekli bakımından bencildir. Amacı ise, sevgi karşılığında bir şey kazanmaktır.

B – Egoya dayalı sevgi; Bu tür sevgide kişi, “bir şey olduğu” ya da “bir şeye sahip olduğu” ya da “bir şey yaptığı” için sevilmektedir. Başka birinin onu sevmesi, sahip olduğu bir niteliğe veya bir koşula bağlıdır. Burada da örnek verirsek; Seni çok seviyorum, çünkü çok güzelsin. Seni çok seviyorum çünkü mevki sahibisin. Bu tip sözcükleri daha da çoğaltabiliriz. Bu tür sevgi yaşamımıza rekabet ve sonsuz sevgi kazanma gayretkeşliğine girmiş olur. Bu durumda bu tür sevgide bir güven duygusundan söz edilemez. Bu güvensizlik mevzuuna ileride yine değineceğim.

C – Karşılıksız sevgi; bu tür sevgi bir koşula bağlı olmadığı ve karşılığında bir şey beklenmediği için bu tür sevgi farklıdır.

Yüreklerimizin en çok susadığı sevgi türü de budur. Bu sevgi bir yumaktır. Bu yumakta; İyilik, Doğruluk, Alçak gönüllülük, Saygı, Dayanışma, Bağlılık, Görev duygusu, Bilinç, Özveri, İçtenlik, Onur, Tolerans, Sabır ve sevecenlik gibi erdemlerin tümü noksansız olarak sevgi yumağında bulunur, bu sevgi insani sevgi olup Ademi; Kâmil İnsan yapar.

Sevgi, “seven”den “sevilen”e yönelen bir duygusal akım veriştir. Dolayısıyla, hem bir “seven”in hem de “sevilen”in varlığını gerektirir.

Burada “seven” insan ile özdeş tutulacak olursa, “sevilen”in niteliğine göre burada da karsımıza üç ayrı tür sevgi çıkar;

a – Bir başka insana olan sevgi;
b – İnsan dışında, doğanın bir varlığına ya da genel olarak doğaya olan sevgi;
c – Bir Tanrısal güce ya da doğa üstü olarak nitelenen bir varlığa yöneltilen sevgi.

Sevgi, dostluğun bağı ve toplumsal birliğin temelidir. Kötülükleri, çekişmeleri. Çatışmaları, kini, kıskançlığı, bencilliği ve umursamazlığı giderir.

Ancak insan, yaratılıştan sevgi dolu olmasına karşın, yaşamı boyunca karşılaştığı çeşitli olay ve olguların etkisi altında kalarak, başkalarından almayı beklediği sevgiyi zamanla ego etkisiyle menfaat olarak kullanır ve sevgi verenlerden kendi sevgisini ego gereği onlardan esirgemeye yönelebilir. Bu durum, insanların genelde vermekten çok alma eğiliminde bulunmalarından ileri gelir. Sevginin önemini ve değerini anlayamayan bir insan bunu kötüye kullanınca, beriki sevgisini yavaş, yavaş esirgemeye başlar. İnsanın sevgi verebilmesi için, almanın mutluluğunun yanı sıra, vermenin de mutluluk getirdiğinin bilincine varması, hatta belki de bunu yaşamında deneyimle duyumsayarak kavraması gerekir.

Sevgi zorla, buyrukla, baskıyla, ödüllendirme umutları ya da cezalandırma korkusu verilerek oluşturulamaz ve yerleştirilemez. İnsanın, duygularını olumlu yöne çevirerek gerçek bir sevgi oluşumu canlandırabilecek en etkili yöntem, onun kendi kişiliğini, öz varlığını bilinçli olarak tanımasını sağlamaktır.

Dolayısıyla, gerçek sevgi, ancak bireysel özgürlük ortamında ve bireysel buyrultu gücüyle yaratılabilir ve yaşatılabilir. İnsanın öz varlığını tanıma çabası, doğal olarak “öz eleştiri” ile başlar.

Kendi kendini eleştirebilen insan, sevgi almayı önemsediği oranda sevgi vermenin önemini ve değerini de kavrar. Sevildiğinde mutlu olduğu gibi, severek mutlu olmayı da başarır. Bu olumlu sonuç, bilinç altındaki sevginin bilinç üstüne çıkarılarak, sevginin bireysel istenç ve beceriyle kontrol edilebilmesidir.

Sevebilmek, yalnızca öz eleştirisini yapabilen bilgili ve olgun kişilere özgü bir yetenek de değildir. Bilgisizlik ve bağnazlık içinde yaşayanlar, batıl inançlara ve dogmalara saplanmış olanlar da sevgi oluşturabilirler. Fakat onların sevgisi ya bilinç dışı (içtepisel) ya da fanatiktir. Böylesine bir sevgi, kişilere, insanlar arasında ayırım yapma ve ayrıcalık gütme eğilimi getirir. Bu da sevginin sınırlı kalması, ön yargılara ve koşullara bağlanması, egoya dayalı sevgi demektir. Bu tür veya buna benzer sevgi gerçek ve sağlam bir sevgi olamaz: Buna başka bir açıdan bakarsak, bu tür sevgi güvensizlik doğurur. Bununda iki nedeni vardır. Birincisi, bizi seven kişinin düşündüğü gibi gerçekten sevilebilecek biri olmama korkusudur. Tüm insanların kişiliklerinin iki yanı vardır. Bunlardan biri diğerlerine gösterdiğimiz yanımızdır, diğeri ise, yalnızca kendimizin bildiği tarafımızdır. İşte bizi sevenlerin, kişiliğimizle düş kırıklığına uğrayıp bizi reddetmeleri korkusuyla ikinci yanımızı gizleyebilmek için sürekli tetikteyizdir.

İkincisi; Bu tür sevginin bir diğer güvensizlik duygusu da ileride kişiliğin değişikliğe uğrayabileceği ve bir gün artık şimdiki gibi sevilmeme korkusudur. Bu tip sevgi sahip oldukları; mevki, yetki, servet, güzellik ve benzeri ortamların üstüne bina edilmiş olduğundan, bir gün yok olabilir, işte o zaman sahip oldukları ortam kalmayınca sevgi de kalmayacaktır.

Toplumdaki sevgilerin çoğu bu türdendir ve bizi devamlılığının sağlamlığı konusunda kuşkuya düşürür. İşte burada; Kâmil insan bu sevgiden sıyrılıp gerçek sevgiye sahip olmayı; yukarıda bahsettiğim sevgi yumağındaki İlim, irfan ve akıl yolu ile öğrenir ve de sevmenin hazzına ulaşır. Bu hazla insanı, çevresini, doğayı ve insanlığı sevmenin huzuruna kavuşur.

İnsan sevgisinin, “İnsanlık sevgisi”nin yüceliği, ön yargılardan arınmış ve koşulsuz olmasındadır.

Böylesine bir sevgi ise, bireysel buyrultuyla yönlendirilen ve denetlenen bir “bilinçli sevgi” dir. Kâmil insan da sevgi duyarak, düşünerek, anlayarak verilen ve aynı şekilde alınan bir duygu selidir. Sevginin hiçbir karşılığı beklenmez. Özden öze ve içten içe uzanan böylesine bir sevgi, güzellikleri oluşturur. Gerçek sevginin olmadığı ve yadsındığı bir yerde, acımasızlıklara düşmanlıklara ve haksızlıklara varan, temelden yoksun bir düşünce egemen olmuş demektir.

Kâmil İnsanda sevgi ise; Gönülde gelen bir akım olup, hiçbir kan ya da aile bağına dayanmadığı için, tümüyle bilinçli bir sevgidir. İşte bu gerçek sevgi, güven, dayanışma, bütünleşme ve birlik içinde güçlenmeyi sağlar, huzur ve güven verir. İşte bu Yaradan’ın bizden istediği sevgidir…

You may also like...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir